Bir gün parka otururken yan tarafımda iki-üç kişinin hararetle tartıştığını gördüm. Her biri diğerinin tam tersi fikirleri savunuyor, birbirlerini cahillikle suçluyorlardı. Bu şahısların, tartıştıkları konu hakkında hiçbir şey bilmediklerini onları dinleyen herkes rahatlıkla anlayabilirdi. Soru(n) şu: Neden insanlar bilmedikleri konularda bu kadar ısrarcı ve gereksiz bir özgüvene sahipler? Galiba, bilmeyi de bilmek gerekiyor.
Bilmem nedendir, kendi düşünce, fikir veya bilgimize çok güveniriz. Çoğu zaman bu düşüncelerimizi çok sıkı bir şekilde savunuruz. Halbuki bir çok inanç ve bilgimiz ön kabullerimizden ibarettir. Ön kabullerimizle deneyim, öğrenme ve gerçek bilgi açıklarımızı kapatırız. Bu anlamda önemli bir fonksiyona sahiptir ön kabüller. Ön kabullerimiz sayesinde, öz güvenimizi koruyabiliyoruz. Şayet özgüvenimizi, nefis ve inatçılığımızla desteklersek, “ben her şeyi bilirim” tipi ortaya çıkar. Çok azımız bize bir şey sorulduğunda gönül rahatlığı ile bilmediğimizi söyleyebilir, bilmediğini bilme erdemine ulaşırız.
Aslında bilmek, taklidi ve tahkiki olarak ikiye ayrılır. Taklidi bilen; güvendiği, inandığı bir kişiden veya yerden duyduklarına güven duygusu üzerinden kabul eder. O söylüyorsa doğrudur, o televizyona çıkmışsa veya şu gazetede yazmışsa mutlaka doğrudur gibi… Ne yazık ki, insanların büyük çoğunluğu birçok konuda, özellikle kendi meşguliyetleri dışındaki konularda böyledir. İnsanların nerdeyse beşte dördünün böyle olduğu söylenir.
Bir açıdan bakarsak temel özelliği ve diğer canlılardan farkı “bilmek” olan insanın, aslında en zayıf olduğu noktalardan biri budur. İlginç bir metafor… Bir şekilde çoğumuzun çok konuda aklı başkalarının cebindedir. Ne kadar böyle olmasının yanlış olduğunu söylesek de… Fakat insanlar bizim söylediğimizi veya bizim güvendiğimizin söylediklerine koşulsuz inanıyorsa bunu göz ardı edebiliriz. Hatta takdir ederiz. Karşımızdakiler söylediğini kabul ediyorsa “aklını kiraya” vermiştir. Öyle değil mi!
Bir de araştırarak bilmek, yakin sahibi olmak vardır. Buna tahkiki bilmek, inanmak da denir. Yakin, gerçeği aslına uygun olarak bilmek ve ona aslında olduğu gibi inanmaktır. Tahkiki bilmek de kendi içinde üçe ayrılır. İlmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin… İlmen bilmek (ilmelyakin) bir gerçeği emarelerinden ve delillerinden bilmek ve inanmaktır. Örneğin dumandan ateşi bilmek gibi… Görerek bilmek (aynelyakin) ise gerçeği müşahede ederek, görerek bilmektir. Ateşi görmek gibi… Bir de yaşayarak bilmek (hakkalyakin) vardır ki, elini ateşte yakarak bilmek gibi…
Bu bilmelerin her üçü de çok kıymetlidir. Bazı şeyleri sadece emare veya delillerinden bilebiliriz, atom altı parçacıklar gibi, bazı şeyleri görebiliriz, bazı şeyleri de yaşarız. Mesela, hastalığı hasta olmuş biri kadar kimse bilemez. Onun için Nasrettin Hoca damdan düşen gelsin demiş.
Bu günlerde herkes her şeyi biliyor ve konuşuyor. Bildiklerinden çok emin, yani yakini tam… Ekonomiyi, dini, ilmi, tıbbı, felsefeyi, siyaseti, hatta geleceği… Sadece ne zaman öleceklerini bilmiyorlar maşallah…
Ya benim bildiğim yanlış da, muhatabımınki doğruysa… Benim bildiğim doğruysa yeni bir şey öğrenmedim, korkarım gurur ve kibire de kapıldım. Muhatabınki doğruysa yeni bir şey öğrenmiş ve kibirden de kurtulmuş olurum. Hangisi daha kârlı…